HACI MUSTAFA ANAÇ EFENDİ (1901 – 1984)

Şeyhü’l Meşâyıh

HACI MUSTAFA ANAÇ ÇORUMÎ (1901 – 1984)

Çocukluğu ve gençliği:

Hacı Mustafa Anaç Efendi, 1317/1901 yılında Çorum’un Çöplü Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Mehmet, annesi Asiye’dir.

Çocukluğu, Sultan II. Abdülhamit Han’ın son dönemlerine rastla­mıştır. Balkan Harbi sırasında memleketin içinde bulunduğu sıkıntıyı o da yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda seferberliğin ilanından sonra (yaşı küçük olmasına rağmen) askere alınmış­tır. Cephede ayağından kurşun yarası aldığı da anlatılır. Askerdeyken İstanbullu bir arkadaşıyla sıkı dostluk kurmuştur. Onun yaralandığı anda cephe gerisine götürüp tedavisiyle yakından ilgilenmiştir.

Bu dostluk, askerlikten sonra da devam eder. Bir ara arkadaşını ziyaret için İstanbul’a gider. Orada ailesinden büyük ilgi görür. Oğluna yardımlarının hatırına arkadaşının babası, bir otelinin işletme hakkı­nı ona devreder. Mustafa Efendi, bir müddet bu işi yapar. O dönemde İstanbul’un mâruf Nakşibendî Şeyhi Esad Efendi’nin halifesi Hacı Ali Haydar Efendi (1870-1960) ile tanışır. Sık sık ziyaretlerine gider ve sohbetlerine ka­tılır.

O dönemde otel işinden iyi para kazandığı için babasını da İstanbul’a götürmek ister. Babası, bunu kabul etmeyerek oğlunun Çorum’a dönmesi konusunda ısrar eder. Mustafa Efendi, memleketine dönmek zorunda kalır ama aklı, ilk tasavvuf zevkini tattığı Hacı Ali Haydar Efendi’dedir. Fırsat buldukça İstanbul’a gidip onu ziyaret ede­cektir.

Mustafa Efendi Çorum’a dönünce babası, onu 1921 yılında Fat­ma Hanımla evlendirmiştir. Bu evlilikten Fatma adında bir kızı ve Halis Mithat adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak tam hafız olan oğlu, henüz 16 yaşındayken vefat etmiştir. Kızı Fatma hanımı ise Galip Kuşçuoğlu (27 Mart 1919-14 Aralık 2013) ile evlendirmiştir (1938).

Dergâha davet:

Mustafa Efendi, Çorum’da bir süre çay ocağı çalıştırmıştır. Bir gün Ebûbekir Baba (1846-1928), burada ziyaretine gelip onu dergaha davet etmiştir. İşi yanındaki yardımcısına bırakıp ardı sıra dergaha gitmişlerdir. Rufaî Tekkesi ile ilk irtibatı böyle başlamıştır. O, artık intisaplı bir derviştir. Verilen dersleri çekmekle meşguldür.

Bir gün Bekir Baba, Cürün’ün Mustafa Efendi’nin kapısını çalar. Karşısında Bekir Baba’yı görünce çok heyecanlanan Mustafa Efendi, şeyhini içeri davet eder. Bekir Baba, ona ne yaptığını sorar. O da ders çektiğini söyler. Hangi esmada olduğunu sorduğunda dersi bitirip de “Biz severiz Cihar Yar-ı Veliyi / Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali’yi” okuyorum deyince Bekir Baba, bu zatları mânâ âleminde görüp görmediğini sorar. O da henüz görmediğini söyleyince “İnşallah, bundan sonra görürsün” der. Cürün’ün Mustafa Efendi, şeyhinin duâsı himmetine o mübarekleri sık sık rüyasında gördüğünü anlatır.

Mustafa Efendi’nin gençlik yıllarında Çorum’da 9 tarikatın dergahı faâl olarak hizmet vermekteymiş. Onun anlattığına göre bütün şeyhler, mü­ritleriyle birlikte Ulu Camii’nde sabah namazlarından sonra yapılan zikir devranına katılırlarmış. Aralarında çok iyi bir dostluk ve sevgi varmış. Hangi müridin hangi şeyhe tabi olduğu bilinmezmiş. Şeyh Efendiler, yaş sırasına göre halkayı yönetirlermiş. Zikrin sonunda en yaşlı olan Şeyh Efendi, duâ ve merasim hatmi yaptırırmış. Zikir bittiğinde şeyhler birbirleriyle kucaklaşıp ayrılırlarmış. Müritleri de onları takip ederek hanelerine giderlermiş. Tarikatlar ve şeyhler arasında her hangi bir ay­rılık, gayrılık olmazmış.

Mustafa Efendi anlatıyor:

Gençliğimde henüz dergah çavuşu iken bir arkadaşım­la Yozgat’ın bir köyüne gittik. Arkadaşım, orada “akşamleyin, ateş geti­rin de Efendi ağzına alsın” dedi. İçime bir korku düştü. Daha ateş bür­hanı için bana izin verilmemişti. Alsam ateş yakar, almasam Çorum’a varınca şeyhim, bize güvenmedin mi, derse diye düşünerek akşamı ettim. Yatsı namazından sonra halkayı zikri kurarak zikre başladık. Allah Teala’ya öyle bir iltica ettim ki Şeyhim Bekir Baba, mânen mihraptan gelip zikir halkası­na girdiler. Onları görünce ben rahatladım. Ateş, “Hû” esmâsı okunurken alınırdı. O zaman ateşi getirmediler. Zikir bitti, sohbete oturduk, önüme mangalı koydular. Önce ateşe parmağımı soktum, soğuk rüzgar geldi. Bu işaretten sonra elimle ateşi karıştırıp iri bir köz ateşi ağzıma aldım. Çorum’a vardığımda bunu üstadıma anlattım. Onu bizim himmetimizle yaptın diyerek uyardı.”

Ali Baba dönemi:

Hacı Mustafa Efendi, Bekir Baba’nın sağlığında hep hizmetinde bu­lundu. Onun vefatından sonra Bostancı Ali Baba’ya biat ederek Rufaî dergahında sebat etti.

Bir akşam Şeyh Ali Haydar Efendi, (1888 – 3 Şubat 1957) yanında bir seyyah ile Mustafa Efendi’nin çalıştırdığı Çay Ocağına geldi. Çay, kahve içtikten sonra gi­derlerken Mustafa Efendi, kapıya kadar çıkıp onları yolcu etmek istedi. Ali Efendi, “bize gidiyoruz, sen de gel” deyince kahvehaneyi kapatıp ar­kalarından hızla, yürüyerek onlara yetişti. Yanlarına bir Çorumlu daha katılmıştı. Ulu Camii’nin avlusundan geçip caddeye çıkacakları sırada seyyah zat, Mustafa Efendi’yi işaret ederek, “şu gençten şeyhlik kokusu geliyor” diyerek Ali Baba’ya manevî bir işarette bulundu. Zira o seyyah, kemâle ermiş bir zât idi.

Hacı Mustafa Efendi’nin hayatının büyük bir kısmı, 30 yıla ya­kını Şeyh Ali Efendi’nin hizmetinde geçti. Bostancı Ali Efendi, vefa­tından birkaç yıl önce onu halife tayin etmişti ama müritleri arasında ilan etmemişti. Vefatına yakın günlerde Hacı Mustafa Efendi’yi çağıra­rak birkaç müridini davet edilmesini istedi. Bunun üzerine yüze yakın mürit Ali Efendi’nin dergahında toplandı. Şeyh Efendi, dervişlerine hi­taben, ömrünün sonuna yaklaştığını ifade ettikten sonra Hacı Mustafa Anaç Efendi’yi kendinden sonra halife tayin ettiğini açıkladı. Herkesin ona biat etmesini, ihtilafa düşmemelerini hatırlattı. Dervişlere ve Hacı Mustafa Efendi’ye nasihatlerde bulundu.

Görev zamanı:

Bu toplantıdan kısa süre sonra Bostancı Ali Efendi 3 Şubat 1957’de Hakk’a yürüyünce Rufaî tarikatının sorumluluğu, Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye intikal etti.

Hacı Mustafa Anaç, önce şehir içindeki dervişlerle diyalogu sık­laştırdı. Köylerde ve kasabalarda bulunan mürit­lerin hanelerinde zikir halkaları oluşturdu. Sonra ilçeleri ve yakın illeri dolaştı. Oradakilerle irtibatı sıklaştırdı. Onlara hep şöyle derdi: “Derviş, tarikatta ancak üç şey ile yol alır: Hizmet, bağlılık, cömertlik. Bunlar­dan biri dahi olmazsa onun yol alması mümkün değildir.”

Hacı Mustafa Efendi, derslerde Allah’ı (c.c.) zikretmenin yanı sıra Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) salat-ü selâm getirmeye de çok önem verirdi: “Salavât-ı şerife, üç çeşit okunur. Birincisi, dilin salavât-ı şerife okurken kalbin başka şeyle meşgul olmasıdır. Bunun faydası olmaz, dökülüp gider. İkincisi, salavât-ı şerifeyi okurken Pey­gamber Efendimizi (s.a.v.) hatırlamaktır. Bu durumda görevli melek, onu alıp O’na götürür, filanca ümmetinin hediyesidir, der. Üçüncüsü, O’nun huzurunda okuyor gibi okumaktır. Bu durumda salavat, doğru­dan O’na ulaşır. En makbul olanı da budur. Bunları bilerek salât-ü selâm getirin.

***

Cürün’ün Mustafa Efendi, kendinden ders alan müritlerine hemen rabıta vermezdi. Israrla rabıta isteyen bir müridine şöyle demişti: “Evladım, size henüz rabıta vermedik. Ders yapacağın zaman abdestli olarak kıbleye doğru otur. Gözlerini yum, ölümü düşün. Ruhunu almak için ölüm meleği gelmiş, ruhunu bedeninden ayırıyor. Cesedini yıkayıp kefenliyorlar. Seni kabre koyan akraba ve sevenlerin gitmişler. Sorgu meleği gelip gök gürler, şimşek çakar gibi soru sormaya başlıyor. İşte bunları düşünerek derse başlarsın. Eğer içine korku ve ürperti gelirse bizim iki kaşımız arasına rabıta et, Füyüzât-ı Muhammedîyi almaya gayret et.”

Hacı Mustafa Efendi, özellikle Kandil Gecelerinde zikrullahı mutlaka bir ca­mide zikir yapmaya gayret ederdi. Orada ateş bürhanı göstermek müm­kün olmadığından şiş ve kılıç bürhanını tercih ederdi. Sahabe kabirlerinin bulunduğu Hıdırlık camii, en çok zikir yaptırdığı mekanlardandı.

Sıkıntıda bile hizmet:

İhtilal dönemlerinde cemaat, tarikat ve kânaât önderleri hep gö­zaltına alınmışlardır. Bu bağlamda 1960 yılında gerçekleşen ihtilalde Hacı Mustafa Efendi de hapse atılmıştı. Orada müdürler, gardiyanlar ve mahkumlar, Şeyh Efendi’ye iyi davranıyorlardı. O da mahkumla­ra cezaevinin Hz.Yusuf’un (a.s.) makamı olduğunu söylüyor ve “Vaktinizi boşa geçirmek yerine abdest alıp namaz kılın, bol bol ibadet yapıp sevap kazanın” diyordu. Bu sözlerin etkisiyle cezaevinde namaz kılanlar çoğalınca yeni abdest alma yerleri ilave edilmiş. Cezaevinde gereksiz tartışmalar yerine huzur ortamı doğmuş. Bir müddet sonra Hacı Mustafa Efendi’nin suçsuz olduğu anlaşılıp tahliye haberi geldi­ğinde mahkumlar ve görevliler, onu gözyaşlarıyla uğurlamışlar.

Şeyh Mustafa Anaç Meydan zikrinde Rufâi Bürhanı esnasında.

Şahin KARATAŞ’ın Hâtırâtından:

İLK BİAT (Yed-i Sahih Alma)

Fâkir, 1970 yılında Ankara’da Hacı Mustafa BOYRAZ efendimden (o zaman dergâhta nakîb-i nukâbâ) Rufâi Ders Tarifi alarak tarik-i âliyyeye intisâb etmiştim.

1971 yılında BOYRAZ Efendimle beraber ÇORUM’a Şeyhü’l meşâyıh Hacı Mustafa ANAÇ (k.s) efendimizi ziyarete gittik. Zamanın kutbu, şeyhler şeyhi, hâdimü’l fukarâ, o dönemlerde bütün âlim, ârif ve devlet adamlarının hürmet ettiği CÜRÜNLÜ HACI MUSTAFA EFENDİ olarak bilinen bu özel ve güzel insanı ilk defa görmek ne kadar büyük bir heyecan, bir o kadar da sevinç ve mutluluk vermişti bendenize…

Bir mürşid-i kâmilin huzuruna nasıl çıkılır? O mübârek eli nasıl öpülür? O nurlu yüzüne nasıl bakılır? Bütün bunların âdâbını öğretti Mustafa Efendim. Hatta dedi ki; “Yemek ikram edildiğinde, tabaktaki yemeğin bir kısmı kalır da, bunu sünnetle kabilinden sana verilirse; hiç itiraz etme, ”eyvallah!” deyip, yemeği bitirip, güzelce sünnetle, sakın artık bırakma!”

Ve o tarihi an geldi. Çorum’a ilk defa gelmiştim. Cürünlü Mustafa efendimizin Çorum’da Çöplü Mahallesindeki o kutlu eve vâsıl olduk. Burası babadan kalma iki katlı, kerpiç yapılı, küçücük bir bahçesi, bahçesinde su kuyusu bulunan mütevâzı bir Anadolu eviydi. Bir mâneviyat mektebi, irfan ocağıydı. Günümüz şeyhlerinin beş yıldızlı yaşantılarını gördüğümüzde O’nun yaşantısının sahabe yaşantısı, onun güzel ahlâkının ise ahlâk-ı Muhammedî olduğu görülürdü.

Hatta Çorum’un büyük fabrikatör iş adamları (HABOĞLU gibi) O’na modern betonarme büyük bir ev yapmayı teklif etmişler; fakat o bunların hiçbirini kabul etmemiş; dünya malına, zînetine hiç önem vermemiştir.

İşte böyle bir Allah dostunu ilk defa görmenin heyecanı ile kapı zilini desturla çaldık. Kapıyı evlatlığı FERDANE (o zaman 10 yaşlarında) açtı… Bizi içeriye buyur etti.

Huzura çıktık, önce Mustafa Boyraz efendimiz kemâl-i edeple selâm verdi, elini üç defa öptü, şeyhimizin işaret ettiği yere oturdu. Peşinden fakir de aynı şekilde mübârek elini öptüm. Pamuk gibi yumuşacık, pırıl pırıl nurlu elleri baldan tatlıydı. Fakir de işaret ettiği mindere oturdum. Şeyh Efendim hâl hatır sorarken Efendi Baba fakiri tanıttı (usulen).

“Şahin Efendi yeğenimdir, kendisi öğretmendir, Karabük’te görev yapıyor, kendisine ders tarifi vermiştik, sizden de yed-i sahih talep ediyor uygun görürseniz efendim!” dedi.

Kendisi de “inşallah!” dedi. Çayları içtik, çok tatlı sohbetini huzur içinde dinledik. Sonra fakire şöyle biat verdi:

O mümtaz şeyh, fakire yeniden abdest almamı, söyledi. Sonra (tarifi üzere) kendisi ile diz dize, alın alına, sağ elimi sağ eliyle kabz edip, sol elimle hırkasının eteğini kabz edip, başımızın üzerindebir örtü olduğu halde ve de “Lâ ilâhe illallah” esmâsını (diğer hâzırun cehrî okuyarak) verdi. Böylece bir mürşid-i kâmilden biat almış oldum elhamdülillah… ( bu Rufâi biatı hk. “ Seyyid Ahmed Rufâi” kitabımda tafsilatlı bilgi vardır.) Şu an (2019’ta) bu orijinal biatı verebilecek kaç kişi vardır yeryüzünde? Sayıları pek azdır. İşte bu fakir-i pürtaksir böyle bir ulu sultanın evlâd-ı mâneviyesi olma şerefine nâil oldum.

Bu biatta aldığım haz Haremeyn’den sonra hayatımın en ulvî üçüncü hazzıdır. Aradan 48 yıl geçmesine rağmen o manevî lezzeti unutmam mümkün değil. Zaten o an insan da itminâne eriyor Hudeybiye biatındaki sahabe gibi…

Öğle yemeğini yerdeki sofrada üçümüz yiyoruz. Sulu yemek azalınca Büyük Şeyhim yemek kabını fakire uzattı. Fakir de sünnete uygun bir şekilde yemeği bitirip, yemek kabını da pırıl pırıl sünnetledim. Efendi Hazretleri, fakire nazar ediyormuş.”Oğlum Şahin Efendi, işte şimdi derviş oldun!” diyerek fakiri sevindirdi.

Mevlâyı Zülcelâl âhirette beraber olmayı nasip eylesin. Bize vesîle olan Hacı Mustafa Boyraz efendimden de Allah râzı olsun!…

Şahin KARATAŞ’ın Hâtırâtından:

BÜYÜK ŞEYH KARABÜK’TE

Yıl 1974… Bundan tam 41 yıl önce… Bir film şeridi gibi mâziyi hatırlamaya ve geleceğe bir hatıra kaydetmeye çalışıyorum, hâfızamda kaldıkları kadarıyla… Keşke günlük tutsaydım ne kadar güzel, ne kadar anlamlı olurdu.

Evet, Kıbrıs Barış Harekâtı başarıyla gerçekleşmiş, bendeniz Karabük’te BULAK KÖYÜ İLKOKUL’nda öğretmenim. Yeni evliyim (16.09.1973). Ve yaz tatilindeyim .

Çorumlu Hacı Mustafa ANAÇ efendimiz Ağustos 1974’te dervişlerle beraber bir TAUNUS marka minibüsle (Kayserili Mehmet Efendinin aracı) Karabük’e geldiler. Kimler yoktu ki… Hacı Mustafa BOYRAZ, Hacı Yakub BOYRAZ başta olmak üzere Çömez Raşit, Çavuş Mehmet… Bu minibüsün dışınca ayrıca gelenler de vardı… Karabük tarihinin en kutlu konuklarını ağırlama şerefine nâil olmuştu. Ne güzel anlar, ne güzel mutluluklar…

Karabük’e Kayabaşı Mahallesindeki baba ocağıma gelen misafirler o küçük kerpiç yapılı, bahçeli evimize teşrif ettiler. Evimiz küçük olsa da, gönlümüz genişti. Rahmetli annem, babam o zaman büyük özverilerle Hak dostu misafirlermizi hoşnut ettiler. Yemekler yenildi, duâlar edildi.

Akşam namazı FEVZİ ÇAKMAK CAMİİ’nde edâ edildi. Namazdan sonra yapılan zikrullah muhteşemdi. Gerçi cami imamı Erzurumlu Battal Hoca sorumluluk almamak için (!) camiye gelmemiş, camiyi Müezzin Mustafa’ya bırakmıştı… Zikrullah’ta Mustafa BOYRAZ efendimiz vazifeyi ifa etmişti. Çorumlu şeyh efendimiz mihrapta,”namaz kıldıran” Hacı Hafız Ahmet Ulusoy amca ile beraber yan yana oturmakta. Hikmet Efendi diz üstü esmâ okumakta (halka içinde dönerek…)

Ömer KARATAŞ, Ali Aygün, Zati Sarımehmetoğlu (izmir’li), Latif Bulut var… Tesadüfen Mustafa Ulusoy, Mehmet Emin Ulusoy da var. Mustafa eve gidince “Uzun sakallı, heybetli adamlar bizim camide höykürerek zikir yaptılar!.. diye anlatmış annesine, babasına heyecanla, Zikirden sonra cemaate leblebi dağıtmış M.Emin’in ifadesiyle…

Camide zikir töreni sona erince Ankara’dan, Çorum’dan gelen misafirler kapış – kapış evlere götürüldü. Bizim Kayabaşı’daki evimizde sadece Çorumlu Efendi Baba kaldı. Ne büyük bahtiyarlık!.. O gece sabah namazının sünnetini kıldık. Farz namaz için imamete fakiri geçirdi, babam müezzin, Efendi hazretleri cemaat olmuştu. Zor bir görevdi; ancak emir, demiri keserdi.

İkinci gün BOSTANBÜKÜ KÖYÜ’nde idik. Rahmetli Enver Cebeci’ler ev sahibiydiler…

Üçüncü gün ÖĞLEBELİ MAHALLESİ’nde rahmetli Hacı Mehmet BULUT’ un ( Latif Bulut’un ağabeyi) evindeyiz. Büyük bir salon olan bu evde sabah namazına kadar sohbet, zikir, ilâhiler… Hiçbir şerbet, balda olmayan lezzetler!..

Efendi Hazretleri yatak odasında bir miktar uyudu. Sonra teheccüt vakti tekrar salona geçti. Fakir antrede iken “Efendi hazretleri seni çağrıyor!” dediler. Huzura çıktım, edeple selâm verdim. Efendi Hazretleri; “Oğlum Şahin Efendi! Biz Allah izin verirse sabah seyahate çıkacağız. Aracımızda bir kişilik yer var. Ya seni, ya da baban Ömer Efendiyi götüreceğiz. Ne dersin?” dedi. “Efendim, fakir yaz tatilindeyim. Müsaitim. Kendim gelmek isterim”dedim.

Mübârek de (cemaat içinde halakada oturam babama sormadan) “Peki oğlum, seni götürelim!” buyurdular. Dünyalar benim olmuştu. İlk defa (zamanın kutbu ile) seyahate çıkacaktım. Çok ama çok sevinmiştim. Pamuk gibi nurlu elini şükranla öpüp, edeple geri geri çıktım. Bilâhare antreye geçtiğimde sırtıma bi yumruk isabet etti.”Ulan kuru oğlan!Yine sen kazandın!” diye sevgiyle vurmuştu rahmetli babam… (Nur içinde yatsın)

Nihayet Karabük’ten aynı minibüsle önce Konya’ya (çavuş topal Mehmet Efendi), ardından Nevşehir’e (Çavuş Abdullah Gürbüz Efendi) gittik. Sonra Kayseri, Sivas’a (çavuş Hafız Ali Akgül, oğlu ilahiyatçı Sami Akgül) geçtik. Anadolu’nun her şehrinde, kasabasında, köyünde İslâm-ı tebliğ ve irşad vazifesini yapıyordu Efendi Baba… Gece – gündüz ibadet – taat, sohbet ve zikirle geçiyordu. Sivas dönüşü Yozgat Akdağmadeni’nde yol üzerine bir pınar başında mola vermiştik. Bir çoban geldi. Fakir çobana; “Bu aracın içinde gördüğün zat altı tarikin mürşidi! Şimdi seni onunla görüştüreyim. Ayağına gelmiş nasibin. Elini öp, ondan tarikat dersi al!”diye tavsiye ediyorum. Efendi Baba da aracın ön koltuğunda oturuyor, başı öne eğik, (dünya) gözleri kapalı… Meğer fakirin konuşmalarını duymuş.” Oğlum Şahin Efendi! Bu efendinin dersini sen ver, Onun şeyhi de sensin! ”diye lâtife yapmıştı.

Böylece 15 gün süren maneviyat dolu , feyizli, ibretâmiz seyahatimiz özel hatıralarla, manevî eğitimler ile Çorum’a vâsıl olarak sona ermişti.

Seyahate çıkmadan önce (henüz 18 yaşındaki) eşim Aynur Hanım’ın bana yalvararak “ n’olur gitme! Gitmezsen olmaz mı?” diye ısrar etmesi, benim onu ikna etmeye çalışmam da ayrı bir hatıra olmuştu….

Şahin KARATAŞ’ın Hâtırâtından:

KİRAZ SOHBETİ

Çorum’un bazı köyleri (Kuyumcu Köyü, Karapınar Köyü v.b gibi) her yıl kiraz mevsiminde (kiraz ikramı bahane edilerek) dervişleri davet ederler. Bu âdet tâ Hacı Bekir Baba zamanından bu yana gelenek hâlini almıştır.

Şeyh Efendilerimiz de bu davet üzerine Türkiye’nin her tarafındaki ihvana haber göndererek bu davete icabet etmelerini bildirir.

Fakire de Ankara’dan Mustafa Boyraz Efendim 1972 yılı Haziran ayında mektupla bildirmişti. (zira o tarihlerde ne Cep Telefonu ne de WhatsApp vardı)

Hemen otobüse binip Ankara’ya gittim. Oradan da Çorum’a… Çorum’da soruşturdum Kuyumcu Köyü’ne gitmişler. Fakire tarif ettiler. Bir minibüse bindim, yeni dikilmiş (o zaman konfeksiyon yok) sütlü kahve renginde takım elbise, kravat (!). Hacı Yakub Efendinin ikazı ile kravatı çıkarıp çantama koydum…

Aman Allah’ım köyün bahçeleri kiraz ağaçları ile dolu. Bahçesine davet eden zât-ı muhterem (vefât ettiyse Allah rahmet eylesin) yerlere halıları, kilimleri, minderleri sermiş, dervişler halka şeklinde oturmuşlar, Cennetmekan şeyhimiz Hacı Mustafa Anaç (k.s.) orada bir ağaca sırtını yaslamış, bağdaş kurarak oturmakta.

Dervişlerin bir kısmı ağaçlardan sepetlere kirazları toplamakta… Renk renk kırmızı, pembe, sarı… Toplanan kirazlar sanki Napolyon… Yıkandıktan sonra tepsilerle ikram ediliyor haziruna. Diğer dervişler kâh ilahiler, kâh kasideler, kâh şüğuller okumakta… Arada bu eşsiz musikiye darb-ı esmâ eşlik ediyor. İşte bu maneviyata kuşlar, bülbüller de ağaçlara konarak katılıyor. Bu bahçe bir kiraz bahçesi mi, cennet bahçesi mi?

Kiraz bahane, sohbet şahane!.. Sadece Allah rızâsı için uzaktan-yakından bu meclise gelen yüzlerce insanın iman, ihlâs, ihsan, i’sar kavramlarını en güzel örnekleri ile aynenyakîn müşâhede etmenin bahtiyarlığını yaşıyorsunuz…

Yemek vaktinde bakır sinilerle doğal köy ürünleri ile abdestli hazırlanan yemeklerin lezzetine doyum olmuyor. Namaz vakti geldiğinde Hafız İsmail’in okuduğu ezan sanki Habeşli Bilâl’i hatırlatıyor.

Ve akşam namazından sonra Köy Camiinde yapılan zikrullahın tarifi mümkün değil. Çorumlu Efendi Hazretleri zikrullaha başlamadan önce güzel bir sohbet yapıyor. Zikrullah esnasında dergâhımızın seçkin zâkirleri okudukları ilahi, şügûl ve salâlar ile dervişânı coşturmakta… Sanırım şiş bürhânı da yapılmıştır o mecliste…

Zikrullahtan sonra köylüler misafirlerini evlerinde yatırmak, ağırlamak için âdeta yarış etmekteler… Bizim Anadolu insanımızın evi küçük de olsa, gönlü geniştir. En güzel odayı, en rahat yatağı misafirine verir.

…İkinci gün bahçesine almak için köylüler Şeyh Efendimize rica etmekte, yalvarmaktadır. Öyle ya bir Allah dostunu, evliyâullahı ve onun seçkin dervişlerini köylerinde, ağırlamak, mihmandar olmak Kuyumcu Köyünün basîretli, ehl-i gönül güzel insanlarına yakışır…

Kiraz hakkında da bazı hususlar değinmek isterim:

Çorumlu Şeyhimiz her yıl kiraza siftah etmeden ‘’hacamat’’ yaptırır ve bu sünnet-i seniyyeyi müridânına tavsiye ederdi. Kirazın kanı sulandırdığını, çok faydalı olduğunu söylerdi. Biz Efendi Babanın hane-i saadetine ziyarete gittiğimizde (Haziran, Temmuz ayları ise) bize önce çay, sonra kiraz ikram ederdi. Kiraza gelince sabah namazından sonra, kuşluk vakti, öğleden önce, öğleden sonra hâsılı günde 7-8 defa hem kendi yer, hem ikram ederdi. Onun bu özelliğini bilen köylüler de kendisine sepet sepet kiraz getirirlerdi. Aşk, muhabbet, sohbet için ÇAY ne kadar önemli ise Çorum’da KİRAZ o kadar önemlidir.

Efendim her misafirine memleketine giderken birer paket ÇORUM LEBLEBİSİ hediye ederek yolcu ederdi. Hayâli bile cihan değer…

Menkîbeleri:

Hacı Mustafa Efendi’nin uzakta­ki bir olayı müritlerine anında anlattığı da olurdu. Bazen kişilerin içinden geçeni bilircesine hareket ederdi. Kendisine bu durumlar sorulduğunda “Hâşâ, biz gaybı bilmeyiz. Gaybı, ancak Allah bilir. Ora­larda olanlar bize haber verilirse veya kalplerinden geçerken bize bildirilirse o zaman biz, haberdar oluruz” derdi.

Mübârek gecelerde zikir ve soh­betten eve dönüşünde yatıp uyumazdı. Gecenin devamını zikirle geçirirdi. Hane halkına ve misafirlerine Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) aşk ve muhabbetini anlatırdı. Gece evde kendi başına zikir yaptığı zaman esmaları geçtik­çe, eşi ve kızının anlattıklarına göre, evdeki çiçekler de esmaya göre değişik sallanırdı.

***

Cürün’ün Hacı Mustafa Efendi, dünyadaki olayları yakından ta­kip ediyordu. 1974 Kıbrıs Harekâtının yapılacağını mânen öğrendikten sonra O gece odasına kapanmayı tercih etti. “Oğlum, bu gece şeyh, postundan ayrılmamalı” dedi. Müritleri, sözün mahiye­tini sabah haberlerinde Kıbrıs çıkartmasını duyunca anlayabildiler. Bir müridine de o gece Kıbrıs’ta savaşa bizzat katıldığını anlatmıştı. Ko­mando bıçaklarını Çorum’da bileten bir asker de, Kıb­rıs harekatına katılmıştı. Orada gördüklerinin etkisiyle Çorum’a gelip Şeyh Hacı Mustafa Efendi’yi bularak kendisine intisap etmiş ve Rufaî tarikinden ders almıştı.

***

12 Eylül 1980 ihtilali öncesinde kardeş kavgası başlamıştı. Hatta Çorum’da cereyan eden olayların başlangıcında Çorum Ulu Camii’nde bulunan Cürün Hacı Mustafa Efendi, cemaâti tahriklere kapılmamaları ve provakasyona gelmemeleri konusunda uyarmıştı. O günlerde ülkede bir karamsarlık hakimdi. Ortaya çıkan kargaşayı kendilerine sordukla­rında “Evladım, dün hava rüzgarlı, soğuk ve tipili idi, göz gözü görmü­yordu ama bu gün sakin, pırıl pırıl bir hava var. Allah dilerse havayı bu şekilde sakinleştirdiği gibi olayları da sakinleştirir” demişti. Gerçekten de o tarihte olaylar birden kesildi, ortalık sakinleşti.

***

Efendi Hazretleri, kendisinden sonra postnişin olarak görev yapmak, dergâhı teslim edeceği bir hâlife tayin edebilmek için gece gündüz dua ediyordu. Bir gün dergâhın en mümtaz mensubu ve birinci halefi Karabüklü Hacı Mustafa Boyraz Efendiye “oğlum bu Seyyid Abdurrahim Neşâbî Hazretlerinin Hacı Bekir Babaya verdiği Kadirî icâzetnamesidir. Bu emaneti vereceğimiz şahsın isim yerleri boş kalacak şekilde Hilâfetnameyi bir hattata yazdırarak hazırla!… Mevlâyı zülcelâl (c.c) bu vazifeyi nâsip eylediğinde, Ravzayı Mutahhara’dan emir gelir gelmez hemen ismini yazar, törenle bu emaneti tevdi ederiz. Tarîkimiz kıyamete kadar devam edecektir. Bu kapı inşallah bizde kapanmaz.” buyurmuş.

***

Mısır’dan gelen (12 Cemadissami 1297- miladi 1884) orijinal Kadirî İcâzetnamesini, tercüme ettirmek üzere Hacı Mustafa Boyraz üstadım emaneten bendenize verdi. Fakir, o yıllarda (1978) Karabük İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak çalışıyordum. Bizim okulda El Ezher Üniversitesi mezunu meslek dersleri öğretmeni bir arkadaşım vardı. Hanımı da Mısırlı idi. Sözkonusu icâzetnameyi bu arkadaşım ve eşinin yardımı ile terceme ettirdim. Hacı Bekir Babaya – ki verildiğinde 56 yaşında imiş – verilen bu icâzetnamede aşağıda isimleri zikredilen sekiz mürşidi kâmilin şahitlikleri ve tasdik mühürleri vardır. Bu emanetler hâlen Hacı Mustafa Boyraz üstadımızın yed’inde bulunmaktadır.

  1. Esseyyid Muhammed Abdurrahim en Neşabî

Ebul Maarif ufiye anhu… (Kâdirî)

  1. El fakiri ilallahi Teala, hadimül fukara el Kadiriyye

Eş şeyh Abdurrahman Niyazi İskenderiye (v.1894)

  1. El fakiri ila Teala, Muhammed eş Şenavî

Halifetül makam el Ahmedi… (Bedevî)

  1. Min tarikati Nakşibendiyye

El halife Küçük Âşık el hac eş şeyh Osman Efendi…

  1. Hâdimül akdâm es sâde el Halvetiyye

El fakir Ahmed el Mağribi el Cezayirî…

  1. El fakiri ila Mevlâhu, Keibni Hasan

Es Suud el Mısri er Rufâi…

  1. El fakiri illallahi tealai Mustafa Muhammed

El halifetül mukaddes el Ahmedi…

  1. El fakiri illallahi teala, el Halife es Sadiyye

Bibandar Tanta eş şeyh Mustafa Mekkî…

Son demleri:

Hacı Mustafa Efendi, 80 yaşını geçmişti. Ama hâlâ irşat gö­revini sürdürüyordu. O şevk ve heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. Ulu Camii’nde yaptırdığı zikirde aynı coşkuyu yaşıyordu. Artık hastalık belirtileri görülmeye başlamıştı. Müritleri arasında heyecan ve paniğe sebep olmamak için bir sohbetinde şöyle demişti:

Çorum’da manevî zatlardan biri, bir gün dostlarını yanına top­lamış. Bu gün sizi niçin topladım, biliyor musunuz, diye sormuş. On­lardan hayır cevabını aldıktan sonra, benim imanıma şahit olmanızı is­tiyorum. Çünkü ben, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitap­larına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, âhiret gününe, hayır ve şerrin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inanıyorum. Bundan sonraki hayatımda nefis ve şeytanın hilelerine düşmemeyi Yüce Mevlâ’mdan ni­yaz ediyorum. Yarın mahşerde Allah’ın huzurunda buna şahitlik etmenizi istiyorum. Sizleri bunun için çağırdım, demiş.”

Aslında Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi, bu olayı anlatırken müritlerinden de aynı şeyi istemişti. Zira vakti yaklaşıyordu.

1984 yılında amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Istırabını din­dirmek için sürekli olarak ağrı kesiciler veriliyordu. Mü­ritleri, sevenleri akın akın ziyaretine geliyorlardı. Bir defasında ecelinin yaklaştığını müritlerine şöyle duyurmuştu:

Bir gün dervişlerle sohbet ediyorduk. Bir ara içeriye Yusuf (a.s.)’ın girdiğini gördüm. Oysa gelen Azrail (a.s.) idi. Bize Yusuf (a.s.) gü­zelliğinde göründü elhamdülillah. Heyecanlandım. Hayal mi görüyorum diye kendimi yokladım. Baktım aklım başımda ve uyanığım.

-Efendim, herhalde emaneti almaya geldiniz, dedim. O da bana:

-Hayır, Mustafa Efendi, haber vermeye geldim. Daha vaktin var. Muharrem ayında geleceğim, dedi. Ama gününü söylemedi.”

Bu durumda Hacı Mustafa Efendi’nin birkaç aylık ömrünün kal­dığı anlaşıldı. Muharrem ayında 1984 yılı Eylülünün son gününde evi ziyaretçi akınına uğramıştı. İşte o gün kendi evinde İsm-i Celâl zikri yaparak ruhunu Allah’a teslim etmiştir.

Zamanın kutbu Cürün Hacı Mustafa Efendi’nin vefat haberi, kısa zamanda Çorum’da, Karabük, Kırıkkale, Amasya, Tokat, Ve­zirköprü, Kayseri, Ankara, Nevşehir, Yozgat, İzmir, İstanbul, Erzurum, Sivas, Samsun, Bursa, İzmit ve Adapazarı gibi müritlerinin yoğun olarak yaşadığı illerde kulaktan kulağa ulaştı. Pazartesi günü cenaze namazı Çorum Ulu Camii’nde kılınarak o muazzam cemaât eşliğinde Ulu Mezar’daki Rufaî şeyhlerinin yanına defnedildi. Allah, rahmet eylesin