Ne Etsen de, Çaresiz, O’na Varacaksın!

Yolculuktan vazgeçmek ya da yola devam etmek bütün mesele buydu. Bu yolda vazgeçenler de devam edenler de olmuştu. Benim cevabım ise, iki hafta kadar önce merdivenin başında beklerken kalbimde duyduğum cevabın aynısıydı. Şeyh soruyu giderek derinleştirip karmaşıklaştırdı. Bu arada kimileri tereddüde düştüler. Derken, sohbetin tam ortasına buz kesmiş bir soru daha düşüverdi:

“Kim kendi hayatını Allah için kurban etmek ister?”

Birden ellerimi havada buldum. Gözlerim odanın her köşesini tararken, Mevlâna Rumi’nin bir başka beyti uçuşuyordu zihnimde:

“Sayıca hafif, vazifece ağır.”

Bu yolun sınavlarını göğüsleyen bizlerin sayıca hafif olduğunun farkındayız. Rabbimize bize Kendini tanıtacak ihsanlarda bulunması için duacıyız. İnşaallah biz de Sevgili’nin yüzünü görenlerden oluruz.

Hayli geç bir vakitte, sohbetin sonuna doğru, Şeyh Feridüddin Attar’ın Şeyh Sanân öyküsünü okumaya başladı. Bu öyküde çok değerli bir inci saklıydı, fakat o gece kimse bu inciyi keşfedemedi. Şeyh, öyküyü sonuna gelmeden bir yerde kesti. Sonra bize dönerek, hepimizin birbirimize karşı hoşgörülü olmamız gerektiğini hatırlattı. Bana aynı dersi bir başka biçimde veriyor gibi geldi. Çoğu mürid, başka insanlarla (özellikle diğer müridlerle) olan ilişkilerini gözlemleyerek bundan bir dolu ders çıkarılabileceğinin farkında değildi. İnsan ilişkileri de, aşk ve hoşgörü, terk-i hevå, manevî tekemmül ve inandıklarıyla hallenme derslerinin alınacağı bir başka sahaydı. Halbuki biz çoğu zaman bakışlarımızı iyice Şeyh’in üzerine dikiyor, böylece aslında onu bile göremez hale geliyorduk. Kulaklarımızı iyice onun ağzına dayıyor, böylece onu işitmez oluyor, asıl mesajları kaçırıyorduk. Benim için en önemli mesaj aşktı. Bu yolun bir neferi olarak, en iyi öğrendiğim şey nasıl gerçek âşık olunacağı idi.

O gece Şeyh’i evine ben bırakacaktım. Önce bir başka müridi evine bıraktık, sonra yola devam ettik. Çok az konuşuyorduk.

Yolumuzun bir kısmı en son birlikte gezdiğimiz yoldan geçiyordu. Nihayet Şeyh’in evinin önüne geldik. Şeyh kapıya doğru yürürken onu seyre daldım. Onu tanıdığımdan bu yana geçirdiğim günleri gözden geçirdim. Son araba gezimizi bitirirken söylediği sözler yeniden kalbimde canlandı: “Çok istifadeli oldu.” Dış kapıyı anahtarıyla açtı, arabama doğru hafifçe eğildi ve gözden kayboldu.

Boruların öyküsü böylece sürüp gidiyordu. Hakka giden yol boyunca da akışlar ve tıkanışlar vardı. Suyun kaynağı, rahmetin membaını, yani Zat-ı İlâhî’yi temsil eder. Suyun kendi membaından gelmesi misali, lütuf ve gufran da ancak O’ndan gelir. Ve memba için okyanus da, damla da birdir. Suların akışı O’nun rahmetini temsil eder. Tıkanış ise fitne, yani bu dünya hayatının tuzakları ve imtihanları demektir. Akış da tıkanış da, rahmet de fitne de hep Allah’tandır. Tıkanışları aşmak isteyenin şunlardan nasibi olmalıdır: iman, yakin, terk-i hevâ, yakaza, recâ ve a’mål. Ama illâ da aşktan nasipsiz kalmamalıdır. Unutmamalı ki önümüzde hep tıkanışlar olacaktır, o zaman da, daha önce bahsettiğimiz gibi, tutunacak tek ipimiz vardır: sabır. Allah’ın rahmeti hepimizin üzerine olsun.

Ey insan! Sen Rabbi’ne varan yolda oyalanmadasın ama ne etsen de, çaresiz, O’na varacaksın.

(İnşikak: 6’dan)

Muhyiddin Şekür, Su Üstüne Yazı Yazmak, Sufi Kitap